NESİLDEN NESİLE AKTARIM
Meraklısı İçin Nesilden Nesile aktarım
Nesiller ötesi travma aktarımında çözüm aile tarihini yeniden yazdırır, bilindik veya bilinmedik, önemsenmemiş, üstünde durulmamış bir olayı gözler önüne serer. Diyebiliriz ki aile dizimi uygulamasının yapıldığı o alanda hikaye kendini anlatır. Mesela ailede pek de bilinmeyen bir olay alanda ortaya çıkabilir . Bunun, ailenin bütününü ve özellikle sonraki jenerasyonlarda kimi etkilediğini aile üyelerini temsil eden temsilcilerin alandaki hareketleri, duyguları, düşünce ve hallerinden , sözelleştirmelere dönüşmesinden yani dil’den öğreniriz.
Psikoterapist Prophecy Coles “Hatırlanmayan Geçmişten Gelen Davetsiz Misafir” adlı kitabında “Unutulmuş büyükanne ve büyükbabalar, terkeden ebeveynler, hatırlanmayan dadılar, ebeveynlerin unutulmuş geçmişleri kişiye yıkıcı etkileri olan ziyaretçileridir” diyor. Nesilden nesile aktarılan travmalar kimi zaman kendi maruz kaldıkları çocukluk travmalarını çocuklarında tekrarlayan annelerin, babaların bu hatırlanmayan kişisel tarihlerinin yarattığı bir sorun olur. Travma kişinin kendi geçmişinde maruz kaldığı bir mahrumiyet veya tacizse, ona bu hikayeyi hatırlamasında, etkisini dile dökmesinde yardımcı olmak çözüm sunmaktır. Genelde böyle birinde sorunun kaynağı kendini acıdan koparmak için travmanın duygularını inkar edip, kendine zarar veren geçmişindeki kabusunu yaratan kişi ile özdeşleşmesi ve kendi çocuğuna zarar vermesidir. Diğer yandan, bebeklik döneminde annenin veya bakım verenin kucağında deneyimlenen fantezi ve anksiyeteler içselleştirilir ve gelecek yıllardaki sosyal ilişkilerin temelini oluşturur. Kısacası endişeli anneler endişeli çocuklar yaratır ve bu çocuklar da ileride endişeli ebeveyn olurlar.
Nörolojik, biyolojik açılardan beynin en yoğun geliştiği dönem doğumdan sonraki ilk 3 senedir. Bu sebeple anne çocuk arasındaki bu en erken ilişki, diğer sosyal ilişkiler açısından da tekrarlanan travmalar ile ilgili en önemli işarettir. Dolayısıyla, bu dönemde anne ile olan ilişkinin kalitesi tekrarlanan travmaların en önemli kaynağıdır. Yineleme kompülsiyonu adlı makalesinde Bessel A. Van der Kolk travmanın davranışsal, duygusal, fizyolojik ve nöro-endokrinolojik düzeylerde tekrarlandığını belirtiyor. Bu farklı düzeylerde meydana gelen yinelemeler çok çeşitli bireysel ve sosyal acılara sebep olur. Bu da kendine ve diğerlerine yönelik öfkeye mahrumiyete veya tacize uğramış insanlarda temel bir problem oluşturmaktadır. Sonuç olarak karşı karşıya kalınan geçmişte yaşanmış gerçek olayların yeniden sahnelenmesidir.
Hem nörolojik biyolojik araştırmalar ve hem de bağlanma teorisi yetişkin bireylerin yaşadıkları sorunları ve bu sorunların bebeklik evresindeki kökenlerini anlamayı kolaylaştırmaktadır. Bowlby’nin bağlanma teorisi doğumdan sonraki en olmazsa olmaz ihtiyacımızın biyolojik olarak hayatta kalma gerekliliği olduğunu işaret eder. Bowlby ana babasından uzun zaman ayrı kalan bebek ve küçük çocukların duydukları şiddetli acıyı gözlemlemiş ve bunun hayatta kalamama korkusu olduğu sonucuna varmıştır. Bowlby’ye göre bu gözlemler Lorenz’in etolojik(hayvan davranışları) çalışmaları ile de onaylanmıştır. Yeni doğan bakım vereni ile sadece bir ilişki ihtiyacına değil aynı zamanda bu ilişkiyi kurma kapasitesine de sahiptir.
Beyin gelişiminde genel kabul beynin 3 etapta evrim geçirmiş olduğudur; en altta erken sürüngen beyni, sonra beyin kökünde otonom sinir sistemi ile bağlantılı olan ve amigdala, hipokampus ve orbito-frontal korteksi içeren duygusal memeli beyni ve son olarak sağ hemisferin çevresinde ve üzerinde prefrontal korteks ve singulat. İşte bebekler ve küçük çocuklarda ilk 3 senede hızla meydana gelen bu hızlı gelişim konuşma, sembolleştirme, ve kendi ve diğerleri üzerine düşünme yetilerinin oluşmasını sağlar. Bu yoğun dönemde çocuğun sağ beyni vücudun düzenini sağlar, kontrol altında tutar ve dış çevreye tepki verir. Ancak çocuk bir bakım veren veya annenin yardımı olmadan vücudunu yönetemez. Bu ilişkide hayatta kalma kavramına Darwinian bir anlayışla bakıldığında, çocuğun annede duygu yaratma kapasitesi ve annenin hemen bu duygusal etkileşime tepki vermesi söz konusudur.
Öyleyse bebeğin veya küçük çocuğun anneye güvenli bağlanması evrimsel bir ihtiyaçtır diyebiliriz. Yapılan gözlemlerde bakım veren veya anne tarafından ödüllendirici, ihtiyaç karşılayıcı bir ortam değil de tehdit edici, mahrumiyet hissettiren bir ortam olduğunda bebeğin bakım verenlerin bakışlarına karşılık vermediği ve kendi vücutlarını dondurduğu gözlenmiştir. Bu bozukluk vücutta ve gelişen beyinde önemli psikosomatik(vücuda taşan ruhsal bozukluklar) değişimler yaratır. Bebek veya çocuk bu durumda uzun zaman kaldığında işin içine stres faktörü girer. Stres ekstra kortizol üretimi demektir ki bu da bağışıklık sistemini bozduğu gibi beynin öğrenme kapasitesine hasar verir.
Buna bağlı olarak nesilden nesile bilinçdışı olarak aktarılan travmaları nasıl izah edebiliriz? Toplama kamplarından kurtulan Yahudiler travmalarını hem vücutlarında hem de ruhsallıklarında taşıdılar. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çocukları ile beraber psikiatri kliniklerine başvuran toplama kampı kurbanları olan bu yetişkin insanların travmaları çocuklarına verdikleri tepkileri etkilemiştir. Çocuklar anne babalarının ve geriye doğru gidildiğinde geçmiş jenerasyonların patolojilerini taşırlar. Fail kurban ilişkisi bir sonraki jenerasyonda failin kurban, kurbanın fail olduğu, çözümlenmemiş bir travmanın tekrarıdır.
Çözüm için Prophecy Coles’a göre yapılması gereken bu hatırlanmayan hayaletlere aile tarihinde bir yer vermek ve travma ve travmanın yarattıklarını bir hikayeyi aile tarihinin içine yerleştirmek olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda hikayeyi yeniden inşa etme yoluyla yok sayılan, dışlanan, hatırlanmak istenmeyen, utanılan, sır gibi saklanan olayın ve ilgili aile üyesinin yeniden aile sisteminin içine sokulması mümkün olacaktır.